hesabın var mı? giriş yap

  • işkembeden sallamanın en güzel örneği nadide eser.arkadaşlar; maddi dünyanın dinamikleri çoğumuzun ilkokulda yaptığı gibi dünya atlasını açıp, tekmil cihan coğrafyasını keçeli kalemle işgal etmek ya da civilization 3'te ardı ardına basılan ünitelerle "ulan, şu tanklar boşta duruyor, acaba hangi şehre girsem bunla..bak ya burda da aircraftımı unutmuşum.nereyi bombalasam acep?" biçiminde zihnimizde beliren soru işaretlerinden çok daha farklı bir biçimde gelişmektedir.en başta modern savaşların amacı, eski cihangirlerin yapmaya çalıştığı gibi bir "dünya hakimiyeti" sağlamak değildir.amaç, başka ülkelerin liderlerine diz çöktürmek de değildir.kendi siyasi ya da dini değerlerini diğer ülkelere benimsetmek de değildir modern savaşın misyonu.meselenin itici gücü, yoğun sanayinin ürettiği zenginlikleri bir şekilde yok etmektir.endüstri ancak bu şekilde sürekliliğini sağlayabilir.tabi bu durum gelişmiş savaş sanayisi olan ülkeler için geçerli.

    burayı birazcık açayım.şu an a.b.d'nin müthiş bir harp sanayisine sahip olduğu aşikar.basit tabancalardan tut, kıtalararası füzelere, tanklardan, uçaklara, helikopterlere koskoca bir sektör olma durumu teşkil ediyor.ortada bu sektöre ayrılmış büyük bir sermaye ve emek var.helikopter üretimini düşünelim mesela.bir helikopter üretmek için gereken malzemeye bakalım; demir çelik var mı?kurşun, roket, füzeler var mı?radar sistemi, bilgisayar sistemi var mı?evet, hepsi de, hatta çok daha fazlası var(ne duruyorsun, helva yapsana dememi bekliyorsanız çok banalsınız).görüyorsunuz ki bir helikopter üretimi, bu üretim süreci içerisinde dallanıp budaklanıyor ve birçok sektörü içerisine alıyor.sıra bu ürünün hızlı bir biçimde pazarlanmasına geliyor.bu süpersonik aletlerin ilk müşterisi hemen diplerinde olan u.s army.arkasından, yapmacık burmacık meselelerle birbirlerine düşürülmüş geri kalmış ülkeler ki bunlar da dünyanın dört bir yanında bulunmakla birlikte en az amerikan ordusu kadar yağlı birer müşteridirler.ama ne yazıktır ki her ordunun ihtiyaç duyduğu helikopter bir yere kadardır.yani bir yerden sonra ordu envanterine dahil edilen her helikopterin marjinal faydası gümlemeye, velev ki taşınması güç bir ekonomik külfet olmaya başlar.tıkır tıkır işlemekte olan bu sistem bir yerden sonra kaçınılmaz olarak tıkanır.böylesi bir durumda bu fabrikaların üretimi durdurması söz konusu olamaz.üretim bir şekilde eskisi gibi devam etmelidir.dolayısıyla bu ölüm aletlerine doymuş amerika ne yapmalıdır?

    herkes ırak savaşınının asıl sebebini petrole yoruyor.şimdi de bizim bor minerallerinin böyle bir duruma sebebiyet vereceği paronayası oluştu kamuoyunda son zamanlarda.arkadaşlar*; türkiyedeki sosyo-ekonomik kuruluşun karakteri kapitalizm değil midir?kaçınılmaz birkaç uyuşmazlık dışında, türkiye cumhuriyeti batı memleketleriyle bir içiçelik pozisyonunda değil midir?iktidarlar, bırakın bu ülkelerin devletlerini, uluslararası finans örgütlerinin karşısında dahi biçare kalmakta değil midir?bu şartlar altında amerika neden türkiyeyi bor madenlerimiz için işgal etsin ki; parasını verip satın almak dururken...

    bilmem anlatabildim mi biraz olsun.bir ülkenin üzerine yüzbinlerce ton bomba yağdırılabilir, devasa ordular o ülkeyi işgal edebilir.ama amaç o ülkenin yeraltı-yerüstü zenginliklerinden istifade etmek değildir.ki zaten bunu yapan ülke refah içinde bir şekilde yuvarlanıp gitmektedir.mesele eldeki sanayi ürünlerini patlatıp yok etmek, yerini bu sanayinin seri bir şekilde üreteceği yenileriyle takviye etmektir.ırak savaşından önce bu öngörülmüştü.ama olmadı, ırak ordusu birkaç ay içinde çözüldü.ülke teslim oldu.ama ne ironiktir ki aklı başında amerikan askerlerinin ve devlet adamlarının arzusu eminim ki bu değildi.imha edilen her bir tank, hummer, f-16 vb. bunalım eşiğindeki amerikan sanayisi için bir kurtarıcıdır aslında.aklıma redkit'te, tabut imal edebilmek için etraftan mütemadiyen birilerinin ölümünü bekleyen yeşil suratlı tabut ustası geliyor.kimse ölmezse, tabutçu iflas edeceğini bilmektedir çünkü.

    tüm bu saydıklarımın yanında o kadar komik buluyorum ki bazı yazılıp çizilenleri..amerika bize saldırırsa t.s.k'nın karşısında işi zormuş, coğrafyamız amerikan ordusunu eritmek için birebirmiş falan filan.arkadaşım, bir ülke neden zaten kendi hammadde, emek ve nihai ürün pazarı olan bir ülkeye saldırsın ki?aklınız mantığınız alıyor mu, hindistan ingilterenin bir sömürgesiyken, ingilterenin kendisine saldırdığını?

    peygamber hakkı için, mesleleri insiyaklarınız doğrultusunda demagojik formlarda ele almayın.biraz olsun arkalarında yatan gerçek nedenleri görmeye çalışın.en büyük yardımcınız bilim olsun.bu noktada tarih en büyük yardımcınız olacak.ve en nihayetinde kaçınılmaz olarak, olayların özünde yatmakta olan iktisadi olguları göreceksiniz.hatta burada size 1984ü 150. sayfadan 180. sayfaya kadar okumanızı öneririm.zamanınız varsa hiçbir şekilde imtina etmeden tamamını okursanız çok daha sağlıklı olur.

    sonuç olarak, tüm bu inandığım gerçekler çerçevesinde bu kitap bana hiçbir şey ifade etmemektedir.eğer bir zaman elime alıp okursam, haleti ruhiyem bir stephen king romanını okurkenki durumundan hiç de farklı olmayacaktır.ama büyük bir ticari başarı olduğu gerçeği inkar edilemez.

  • 2005 ağustosun son haftası.

    2 ay önce eşimle ailelerimizin redlerine rağmen hepsini karşımıza alıp 2 arkadaşımızı şahit yapıp evlenmişiz. yeni mezunuz ve işe başlayalı sadece 10 ay olmuş. yani eşim ve benim maaş toplamımız kuş, evlendikten sonra karşımıza çıkan kira, fatura, mutfak, beyaz eşya taksiti, koltuk taksiti vs. gibi giderler ise dev kadar. iş yeri küçükyalı'da kiralık evimiz çengelköy'de. şirketten erken maaş istemişim ancak muhasebe departmanından yeni mezun çömeze cevap yazmaya bile tenezzül edilmemiş. cebimde kalan para sadece iş yerinden gebze harem minibüsüyle hareme gidecek kadar. ayağımda tabanı artık yırtılmış ancak üstten bu yırtığı görünmeyen, yürüdükçe yoldaki tozları içine dolduran bir ayakkabı.

    harem'de indim. çengelköy'e yürüyorum. 15 dakikada bir eşim arıyor. her defasında sözler veriyoruz birbirimize hiç kimseye muhtaç olmadan ayakta kalacağız diye. yaklaşık 1,5 saat sonra ayakkabımın içi toz toprak dolu varıyorum evime. sarılıyoruz eşimle. yine sözler veriyoruz birbirimize.

    maaşa daha 1 hafta var. bir hafta boyunca evde tek yemek makarna. 1 haftalık süre içinde kozyatağı'nda çalışan üst komşumuzdan rica minnet beni de en azından kozyatağı'na bırakmasını istiyorum çünkü işe gidecek param yok. her gün sabah akşam aynı ayakkabılarla kozyatağı'ndan küçükyalı'ya yürümeye devam.

    çaresizlik...

    şu an 32 yaşındayım. ev, araba gibi istanbul'un temel ihtiyaçlarının hepsine sahip olduk. borcumuz harcımız da kalmadı. 2 tane dünya tatlısı çocuğumuz var. artık tüm yatırımımız onların üstüne. daha özgür bireyler yetiştirmeye çalışıyoruz. onları dinlemeye ve anlamaya çalışıyoruz.

    sözlerimizi tuttuk, mutluyuz. o ayakkabıları hala saklarım...

  • "dedemle nenem zamanında çok kavga etmişler dedem de dayanamayıp güvercini duvara fırlatmış, telefon yok o zamanlar tabi"

  • sicilya'nın en güzide şehri. şimdi ufaktan anlatmaya başlayayım, palermo'yu gezmek isteyenlere de bir yardımım dokunsun. öncelikle palermo, çok büyük şehir sayılmaz. neredeyse her yere yürüyerek gitmek mümkün. birkaç yer var, oralar için tabii otobüs tercih edilse iyi olur.

    turistik olarak gezilecek yerler belli. ilki katedral. burası via vittorio emanule'de yer alıyor. içeriye giriş ücretsiz. yalnız içinde küçük müze tarzı, lahitlerin olduğu bir kısım var. buraya cüzi bir ücret karşılığında girmeniz mümkün.

    şehrin bir diğer önemli mekanı, catacombe dei cappuccini. burası bence gidilip de mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer, bir müze. içeride yüzyıllardır duran mumyalanmış insan bedenleri var. 1500'lerden kalmış mumyalara bile rastlamak mümkün. çoğu yıpranmış halde ve ürkütücü görünüme sahip. en son mumyalanan ceset 1920 yılına ait. bu bir çocuk mumyası. görece yakın tarihli olduğu için oldukça iyi korunmuş durumda. 1920'de hükümetin yasaklamasıyla da mumyalama işine son vermişler zaten. anladığım kadarıyla bu tarz müzeler sadece palermo'da değil sicilya'da birçok yerde var. ama kuvvetle muhtemel palermo'daki müze içlerinden en büyüğü. yüzlerce mumya, cinsiyete, yaşa göre ayrılmış durumda. bu müzenin yeri ise piazza cappuccini. müzede fotoğraf çekmek yasak ancak gevşek bir güvenliği var. bu yüzden punduna getirip rahatlıkla fotoğraf çekebilirsiniz.

    gidilmesi gereken yerlerden bir diğeri ise monreale. monreale, aslında bir kasaba. palermo'ya çok yakın. şehiriçi otobüslerle gidilebiliyor. otobüslerin kalkış yeri ise piazza indipendenza. yürümek de bir ihtimal ancak 1,5 saat kadar zamanınızı alabilir. bu kasabanın en büyük özelliği eski, altın işlemeli bir katedrale sahip olması. onun dışında eski tarz evler, dar sokaklar var. ki bunlara palermo'da da rahatlıkla rastlayabilirsiniz. yalnız gitmişken görmekte fayda var elbet.

    bir diğer önemli mekan da montepellegrino. burası adı üstünde* bir dağ. yürümek fazla iddialı. onun yerine piazza sturzo'dan kalkan otobüslerle yaklaşık 20 dakikada buraya, dağın tepesine varmak mümkün. burada da bir kısmı dağın içine oyulmuş kilise enteresan. kilisenin hemen yanından en tepeye çıkan bir yol var. yaklaşık yarım saatte en tepeye çıkabilir, palermo'ya üstten bakabilirsiniz. televizyon kanallarının çanakları dışında çok bir şey yok tabii. "palermo'nun kuş bakışı manzarasına varım" diyorsanız, neden olmasın.

    denize girmek istiyorsanız mondello en yakın, ulaşımı en kolay yer. buraya giden otobüsler de piazza sturzo'dan kalkıyor. yine 20 dakikalık yolculuktan sonra plaja varıyorsunuz. plajı oldukça geniş. paralı kısımlar da var ama bence hiç gerek yok. ücretsiz olarak kullanabileceğiniz, yüzlerce soyunma kabinin olduğu bir alan söz konusu. deniz oldukça temiz ama akşama doğru biraz dalgalı olma riski var. mondello dışında yakındaki sahillere gitmek için tren seçeneği var. araba da kiralayabilirsiniz tabii.

    benim gitmediğim ama tepede konuşlanmış bir kale var. adı castello utveggio. sanırım stadın yakınındaki otobüsler gidiyormuş ama benim pek ilgimi çekmedi. bir diğer gitmediğim ama ünlü mekan ise opera salonu olan teatro massimo. the godfather ııı'ün bir sahnesi yanılmıyorsam bu opera salonunun önünde geçiyor.

    gece hayatı derseniz "allah" derim. çok sevimli küçük barlara ara sokaklarda rastlayabilirsiniz. ama açıkçası asıl keyifli olan dışarıda bir şeyler içmek. benim gördüğüm iki alan var. birincisi ballaro. burada gündüz sebze meyve satılan pazar kuruluyor. akşam ise gençler, yaşlılar mekanlardan taşıp sokak ortasında içiyorlar. aynı konsepte sahip bir diğer yer ise vucciria. bu kelimenin anlamı italyanca "uğultu/cıvıltı" imiş. insanlar burada vıcır vıcır konuştuklarından meydan, bu ismi almış. değinmeden geçemeyeceğim fiyatlar, alkol palermo'daki birçok şey gibi hesaplı. roma'daki gibi önden arkadan dayamıyorlar çok şükür.

    şimdi bir diğer meseleye gelirsek... palermoluların yemek olarak aştıklarını söyleyebilirim. klasik italyan mutfağından biraz daha farklı tarzda yemeklere sahipler. cannoli herhalde palermo klasiği. tavsiyem küçük mekanlarda yemeniz. mesela ben via cappuccini'nin başında yer alan trattoria family'de yedim ki, tavsiye ederim. onun dışında içinde rikotta peynirinin olduğu sicilian cassata bir efsane. şehrin en meşhur restoranı ise antica focacceria san francesco. via alessandro paternostro, 58 numarada yer alıyor burası. çeşit çeşit sicilya yemeklerinden tadabilirsiniz. gerçi tanıştığım palermolu bir kız, buradan gelen paranın mafyaya aktarıldığını söylemişti. ama böyle şeyleri vicdani olarak dert etmiyorsanız, sorun değil tabii. deniz ürünleri palermo mutfağında baskın. midyeli, karidesli makarnalar mevcut. ama çok özel mi dersiniz, bence değil. tabii en meşhur yiyeceklerinden biri arancini. arancini, portakal kelimesinden geliyor. şekil olarak portakala benziyor. aslında tanımlamak gerekirse pirinç kroket denebilir. dışı kroket gibi içinde pirinç taneleri var. arancininin çeşitli versiyonlarınu bulabilirsiniz. mesela içinde et parçaları olan aranciniler de mevcut. bunun yanı sıra dışı kroket gibi olup içi muhallebi kıvamında olan bir çeşit arancini de yedim, tadı da fena değildi. tabii palermo'da seyyar yemek satıcıları da önemli. ismini bilmiyorum ama bizim tantuniye benzer bir yemekleri var. ince ince doğranmış, kavrulmuş et parçaları pişen kazanları olan seyyar satıcılar gördünüz mü yanaşın. sandviç ekmeğine bu et parçalarını doldurup üzerine limon sıkıyorlar. bir de sokakta satılan pizzalar gayet leziz. kalın pizza hamuruna sadece domates sosu ve domates konarak değişik bir tat yakalamışlar.

    gelateria'ları ise roma'dakileri aratmayacak cinsten. piazzale ungheria'da yer alan gelateria oriol ve via pipitone federico'daki brioscia'nın gelatoları gayet kıvamında.

    evet, teşekkürleri alayım*. umarım, palermo'yu ziyaret edeceklere yararlı bilgiler vermişimdir. kısacası benim gördüğüm palermo böyle bir yer. "güvenli değil" diyenlere aldırış etmeyin. istanbul'dan yüz bin kat daha güvenli bir şehir. mafya ise hala varmış ama artık daha çok şehir dışındaymış, bunu da sordum öğrendim. şimdilik bu kadar...

  • bizim sülalede erkek sayısı az. ben de en küçüklerden biriyim. bu nedenle ben hala bekarken kuzen çocukları birer birer evleniyor. allah var hepsi de çok güzel, akıllı kızlar. fakat sanki sosyal sorumluluk projesi yürütüyor gibi nerde çirkin, loser adam var gidip onları buluyor bizim kızlar. işte büyük kuzenlerden biriyle bunu konuştuk bir gün. sonra gençler de geldi hep beraber oturuyoruz. kuzen bizim bu saptamamızı paylaşma isteği duydu:

    - yav hepiniz de çok güzel kızlarsınız. yani sizin gibi güzel kızlar neden gidip tipsiz herifleri bulur hep, merak ediyorum.
    - gerçekten mi soruyorsun dayı?
    * yavrum gerçekten soruyorum.
    - karına sorsaydın o sana cevabı söylerdi dayı.

    adam eşek tepmişe döndü resmen. ulan dedim iyi ki gaz verip ona sordurmuşum yoksa kapağı bana takacaklardı.

  • sevgilisinin gözü dönmüş şerefsiz sapıklar tarafından hem göz hem de söz yağmuruna tutulmasını, taciz edilmesini hatta ve hatta tecavüz edilip boğularak öldürülmesini istemeyen; nasıl iğrenç bir ülkede yaşadığının ve bu ülkede sağ kalınan her saniyenin aslında bir mucize olduğunun farkında olan erkektir..

  • doğrusunu yapan kız.
    lan ben erkek halimle bi kız bana bakınca; "lan acaba fermuar mı açık kaldı,
    amnk acep yüzüme tükenmez kalem mi bulaştı, yoksa pantalonun ortası mı yırtık,
    ölüyom mu lan acaba diye şüpheye düşüyom, o kız napsın.

    not: tipsizlikten walking dead'de makyajsız oynarım evet.

  • adam otuzsekiz yıl önceki ilkokul öğretmenini parkta görünce utanarak yanına yaklaşır ve "hocam beni tanıdınız mı?" der. ihtiyar adam, ''hayır tanımadım'' der.

    bunun üzerine adam:
    ''hocam beni nasıl tanımazsınız? ben ilkokul öğrenciniz mustafa. sınıfımızda bir arkadaşın saati kaybolmuştu, ben almıştım. siz de 'herkes kalksın ve ellerini tahtaya dayasın, arama yapacağım' demiştiniz. ben utanmış ve çok korkmuştum. sizin ve arkadaşlarımın yüzüne nasıl bakacağım diye soğuk terler döküyordum. sizden bir komut daha geldi, 'şimdi herkes gözlerini kapatsın.' ortalarda bir yerdeydim. aranma sırası bana gelmişti. saati cebimden sessizce almış, devamında aynı sessizik içinde son arkadaşa kadar aramayı sürdürmüştünüz. sonra bizi yerimize oturtup bana ve hiç kimseye hiçbir şey söylemeden saati sahibine vermiştiniz. büyüdükçe içimde büyüttüm bu davranışınızı. hocam ben şimdi elli yaşındayım. düşünüyorum da şu hayattaki en büyük dersi o gün sizden almışım. her aklıma gelişinde sarsıldım ve her aklıma gelişinde kendimi sizden kalan erdemin koruyucu gölgesinde hissettim.
    çünkü 'utancı bilerek yaşamak korkunç, daha da korkuncu bilerek yaşatmaktır.'
    der edip cansever. hocam işte siz bana o utancı yaşatmadınız. yaşasaydım unutur muydum doğrusu bilmiyorum ama beni utandırmamanızı hiç unutmadım hocam.
    şimdi hatırladınız mı beni?''

    ihtiyar öğretmen yanyana oturdukları banktaki öğrencisine yaklaşarak:
    ''o olayı ertesi gün ben de unutmuştum. şimdi sen anlatınca hatırladım. sizlere 'gözlerinizi kapatın' dediğimde ben de gözlerimi kapatmıştım. o yaştaki
    her çocuğun düşebileceği yanılgıya düşen öğrencime karşı içimde bir yargı
    oluşsun istememiştim. o sen miydin? bilmiyordum nasılsın?''

  • ya benim birader tanidigim en sansli insan bu konuda. pandemiden hemen once bosandilar, gitti kendine bir apartman dairesi buldu. sonra pandemi tanrilari karsi komsu olarak ona yeni bosanmis tek cocuklu bir hanim getirdi. yeni bosanmis tek cocuklu hanim ile yeni bosanmis tek cocuklu 'agabi'm pandemi surecinde sevgili oldular. cocuklari birlikte oynamaya basladi falan, dordu birden gezip duruyorlar. yakinda birlikte yasamaya baslayacaklar. adam pandemi ortaminda yeni aile kurdu kendine ya, oglum millet anasini babasini goremedi bir yildir lan. sitcom tadinda bir hayat. pek mesutlar tanrilar nazardan saklasin. haybeden bir tane daha yegen sahibi olduk biz de iyi mi?

    edit: ne kadar çok güzel mesaj geldi bu entry ile ilgili, umut veren anekdotlara ihtiyaç varmış herhalde :) bir yandan mutlu çift adına tebrikleri kabul ediyor, teşekkürler ediyorum, bir yandan dilerim ki hayat bazen de böyle kucağınıza ihtiyacınız olan şeyleri bırakır diyorum. sevgi doldum, yumuş yumuş oldum.
    edit 2: geri zekalı olduğum için ben bunu önceki gece yazdım sanıyordum, meğer gece nöbetine kalmış debeye girmiş, şimdi anladım. ben de diyorum nereden görüyor insanlar da bir sürü mesaj atıyor. böylece farkında olmadan da debe editi yapmışım, insan kınadığını yaşıyormuş hakikaten. entryi de böylece çift editle bok ettikten sonra dağılabiliriz bence.

    2023 sonu editi: bu yaz evleniyorlar. yeni yeğenim pek tatlı nazar değmesin, yengem de bal gibi, bir nazar değmesininizi alırım