• hicbir sahnesinin animasyon olmadigini ogrendigimiz, belgesel isinin geldigi son noktayi temsil eden sahane yapim.

    isin icinde 600 kisilik ekip, 3500 gun boyunca yapilan cekimler, teknoloji harikasi kameralar falan olunca insanlar hakli olarak, "bu goruntuler gercek olamaz" demis.

    our planet viewers are convinced the netflix series is animated because the cinematography is just that good

    our planet viewers think netflix ‘faked’ nature documentary
  • daha ucuncu bolumunu izledim ama cennet kusunun yaptigi dansi gorunce “oha bu kusa ben bile veririm” dedim. oyle oha bir sahneydi.

    (zoofili degilim, oha! dansin guzelliginin muhtesemliginin olaganustulugunun tatlisligina istinaden soyluyorum.)
  • (bkz: gezegenimiz)
    ağzımı ayıra ayıra seyrettim.en çok yağmur ormanlarına üzüldüm.. en çok cennet kuşunun ortalığı temizleyip yaptığı dansa hayran oldum.. en çok o kadar kalabalık içinde penguenlerin yavrularını seslerinden tanımalarına şaşırdım. en cok çıkmamalari gereken yüksek kayaliklara çıkıp ordan düşüp ölen morslara acıdım.. enleri bitmez.. anlatılmaz seyredilir.. gerçek bir başyapıt..
  • sanırım izlediğim en iyi belgesel serisi. özellikle kuzey dogu rusyada binlerce deniz aslaninin, buzullar eridiginden küçüçük adada dinlenmek zorunda kaldığı, bazılarının yüksek kayalardan düşüp öldüğü kısım gözlerimi yaşarttı.
  • 10/10 net puanım. mükemmel bir iş olmuş. en baba kurgu dizilerden bile daha çarpıcı ve etkileyici. bu ve bunun benzeri belgeseller ilkokuldan itibaren eğitim müfredatına alınmalı.
  • normalde ben merkezinde insan hikayelerinin olduğu belgeselleri severim. doğa belgesellerini izlerim ama çok takipçisi sayılmam. bu diziyi de bir arkadaşım önerdi. "görselleri çok iyi bayılacaksın. izle mutlaka." dedi. ben de öyle başladım izlemeye. seriyi açtığım ilk dakikadan itibaren de çok kaliteli, üstün emek ürünü bir yapım ile karşı karşıya olduğumu anladım zaten. ve o noktadan sonra bu ön yargımın gayet yersiz olduğunu fark ettim.

    --- spoiler ---

    benim için bu tip belgesellerin sıkıcı noktası anlatımlarının kötü olması aslında. farklı olarak bu seride ise film gibi bir anlatım var. özellikle ilk bölümde belli oluyor bu. önce birbirinden bağımsız olayları anlatıyormuş gibi ilerliyorlar. bölümün finalinde ise bütün dünyadaki ekosistemlerin birbirine bağlı olduğunu ve bizim yaptığımız hataların hepsini etkilediğini söyleyerek anlatımı başa döndürüyorlar. böylece parça parça anlattıkları bölümler birleşmiş oluyor.

    bir de zaten bölümlerin etrafında dolaştığı net bir tema var. o da iklim değişikliği. temayı işlerken hem insanlık olarak bizim hatalarımızdan bahsetmişler hem de bunu görsellik ile desteklemişler. anlatıcı olarak görev alan david attenborough da her kısımda önce ne olduğunu anlatıyor daha sonra anlatılan canlının yada ekosistemin iklim değişikliğinden nasıl etkilendiğini belirtiyor.

    burada özel bir kısımdan bahsetmek istiyorum. morsların kayalıklardan düştüğü bölüm gerçekten insanın içini acıtıyor. sanırım son yıllarda izlediğim hiçbir belgeselde bu kadar çarpıcı görüntüler ile karşılaşmamıştım. bu kısmın seriye dahil edilmesini eleştirenler olmuş. bu düşünceye karşı çıkan insanlar da bunlar dünyanın görmesi gereken gerçekler diyerek savunmuş. ben ise şöyle düşünüyorum. böyle bir belgeseli insanlar çocuklarına izletebilir. o yüzden en azından bir uyarı koysalardı çok daha iyi olurdu. tabi bu gerçekte yaşanılan problemler ile karşılaştırılınca bir dert mi? tabi ki değil. çünkü orada ölen canlılar ve bunu önlemek için yapılması gereken şeyler var.

    şimdi bu konudan bahsettiğimize göre asıl değerlendirmeyi yapacağım bölüme yani teknik işlere geçebiliriz. bu seriye getirilen bir eleştiri de "kesin animasyon kullanıyorlar." oldu. hani oyunlarda iyi oynadığınızda hileci derler ya aynen öyle bir durum var. çünkü adamlar gerçekten muazzam iş çıkarmışlar. bir kısım görüntüyü camera trap denen düzenek ile yakalamışlar. camera trap dediğimiz şey kamerayı hareket sensörüne bağlayıp hava koşullarından koruyacak bir kutunun içine koyarak kuruluyor. hayvanların geçebileceği yerlere konulan bu kameralar belli süre ile kontrol ediliyor ve kaydedilen görüntüler alınıyor. yeterli maddi imkanınız ve kaybolsa da olur diyebileceğiniz kameralarınız varsa camera trap kullanılabilecek bir şeydir. burada ise bir adım ileriye götürüp gerçek kameraman da kullanmışlar. hatta dizide gördüğünüz birçok görüntü kameramanlar eşliğinde çekilmiş. sumatra'daki orangutanlar ve resifte yaşayan köpekbalıkları buna dahil. burada işler zorlaşıyor çünkü bir insanı çekmek ile avlanan bir hayvanı çekmek arasında dağlar denizler kadar fark var. insanları çekerken onlara direktif verebilirsiniz. hayvanlarla çalışırken birincisi böyle bir şansınız yok. ikincisi de zaten bu ekip hep hayvanların nadiren yaptıkları şeylerin peşine düşmüş. o yüzden çekimler çok zorlu olmuş.

    ancak bu bile akıl erdirebilecek bir şey. yani maddi imkanı, zamanı ve bolca sabrı olan bir ekip bu görüntüleri çıkarabilir. peki etkileyici olan ne var? tabi ki muhteşem panlar. şimdi normalde yürüyen bir insanı geniş alanda pan yapmak zaten kullanılan bir şey. mesela alfonso cuaron'un roma filminde bolca vardı bu çekimlerden. bir filmde ne yaparsınız bir şaryo kurup kamerayı kaydırırsınız. ancak tabi bu panları yaptıkları yerler düz zemin olmadığı için ayrıca koşan hayvanın nereye doğru koşacağı önceden bilinmediği için böyle bir imkan yok. yani denersiniz de denk getirme ihtimaliniz milyarda bir diyeyim. ikinci ihtimaliniz araç + gimball kullanmak. ancak araba ile koşan hayvanı yakalamak ve yönünü tayin etmek zor bir iş. ayrıca avlanan bir hayvan varken haldur huldur ciple gitmeniz ne kadar olası bilmiyorum.

    peki bu adamlar oturdukları yerden tripod üzerinden kamerayı döndüremezler mi? aslında bütün belgesellerde bunu yaparlar ancak burada yapmamışlar. kamera takip ettikleri canlı ile aynı hizada ilerlemiş. bunu nereden anlıyoruz? parallax efekt denen şeyden. parallax efekt şudur. şimdi önünüzde bir aslan var. siz duruyorsunuz ve sizin on metre sağınızda başka bir kamera duruyor. siz ve o kameranın görüş açıları farklıdır. buna parallax etkisi denir. kamerayı oldukları yerden çevirmediler diye düşünüyorum çünkü mesela 20 metre önünüzde bir aslan olsun. arkada dağlar var onlar da 1 km uzakta olsun. aslan koşmaya başladığında kamerayı çevirirseniz aslan ile arkadaki dağlar farklı hızda hareket ederler. burada ise aynı hızda hareket ediyorlar. o yüzden benim tahminim şu. muhtemelen kamerayı geniş alanı görecek bir yere sabitlediler. sonra hayvan koştu. bu koşu başından sonuna kadar kadraj içinde kaldı. daha sonra kurguda hayvana zoomlayıp sabitledir böylece hareket hissi yarattılar. kameralar canavar olduğu için de görüntü kalitesi o kadar düşmedi. gerçi bir de şöyle bir durum var. eğer böyle bir görüntü almak isteselerdi geniş açı lens kullanmaları gerekirdi. yani 24 mm falan. ama çektikleri görüntülerde acayip bir perspektif yığılması var. onu da zoom lens ile yapmaları lazım. o yüzden yüzde yüz böyledir diyemiyorum maalesef ama kullandıkları teknik neyse hayran oldum. eğer bunu bilen bir kameraman arkadaş varsa ve beni konu hakkında bilgilendirirse sevinirim.

    şimdi görüntüler ile oynama yapmadılar onu biliyoruz. çünkü ekibin elinde canon cine-servo 50-1000 mm lensler var. bu cepte. peki sesleri nasıl aldılar? ben burada dışarıdan ses efektleri kullandıklarını düşünüyorum. ses ekipmanları konusunda çok aşırı bilgili değilim ama bir tırtılın yaprak yeme sesi hangi araç ile kaydedilebilir ki? ayrıca bir yerde bir karınca var. bu karıncayı bir mantar ele geçiriyor ve karıncanın kafasından büyüyüp gelişiyor. burada mantar büyürken bir gıcırdama sesi koymuşlar arkaya. bu kadar küçük bir olayın sesini alabilecek ekipman nedir, ayrıca bu ekipmanı hangi ücretleri ödeyerek aldılar sormaya da bir nebze korkuyorum açıkçası.

    --- spoiler ---

    şimdi belgesel diye başladık kamera konuştuk diye düşünmeyin. burada anlatmaya çalıştığım şey adamların standart bir belgeselden ne kadar farklı ve iyi çalıştığını anlatabilmekti. umarım başarılı olmuşumdur. bir de ufak bir rica bırakayım buraya. zaten seriyi izleyenler illaki ziyaret etmişlerdir ama bölüm sonunda adı geçen şu siteye siz de bir bakın. https://www.ourplanet.com/en/ bağış falan değil mesele sitede ben ne yapabilirim diye bir kısım var. burada size günlük hayatınızda uygulayabileceğiniz ufak tavsiyeler bırakmışlar. özellikle mors'ların olduğu kısımdan sonra bence göz atmakta fayda var.
  • biraz önce son bölümünü izleyip de geldim ve içimdeki düşünceleri sizlerle de paylaşmak istedim.

    çok güzel bir iş, dünyada en merak ettiğim şeylerden biri olan derin deniz canlılarına dair çok derin bilgiler alamasam da özellikle cennet kuşunun dansı, madagaskar'ın izole kalmasından kaynaklı kendine özgü lemurları, mavi balina ve yavrusu gibi aklımı başımdan alan, morsların düşüşü gibi içimi oyan sahneler vardı.
    çekim teknikleri vs, her şeyi kusursuzdu.

    ve fakat!
    bu serinin vermeye çalıştığı mesaj ile hedef kitle konumlaması arasında ök-küz kadar fark var.
    şu açıdan: eğer öküz gibi büyük bir hayvan endüstrisine yönelik bir iş yapıyor olsaydım "evet, doğaya zarar veriyorum, sırf para uğruna bu hayvanları avlamamam, yeni tarım alanları açmak için ormanları katletmemem gerekiyor," diye düşünebilirdim.

    ama maalesef ben mandıra işletmiyorum, balık çiftliğim yok ya da balık avlamıyorum, tarım alanları açmak için ormanları katletmiyorum, petrol ya da diğer madenleri çıkarmak için ekosistemin amına koymuyorum, afedersiniz.

    "bireysel" olarak our planet'in anlattığı sonuçlar üzerinde maalesef doğrudan değil, dolaylı katkılarımız var.
    bu açıdan belgeselin vicdani söylemini bir noktaya kadar algılayabiliyor olsam da büyük şirketlerin, devletlerin karlarını maksimize etmek için geliştirdikleri çözümler üzerinde "bireysel" bir kullanıcı olarak ne yazık ki söz hakkım bulunmuyor.

    yapabileceğim en fazla hayvansal ürünler tüketmemek olabilir. ancak bunu benimle birlikte 7 milyar insanın da yapması gerekiyor ki talep dibe vursun ve hayvanları avlayan, endüstriyel üretim/dağıtım/geri gönüşüm süreçleri sebebiyle doğaya zarar veren şirketler bu işleri yapmayı bıraksın.

    hadi hayvancılık sektörünü bir şekilde normale döndürdük diyelim, tarım konusunda neler yapabiliriz? diyelim ki yeni tarım alanları açılmasını khk ile yasakladık ve bu sayede kimse ormanlara zarar veremeyecek, e ama onlarca tonluk tarım ürününün ekim, hasat, dağıtım, stoklama, satış ve atık süreçlerinin yol açtığı zararlar ne olacak?

    bireysel olarak ben bu zincirin neresinde duruyorum?
    son kullanıcı olarak tükettiğim gıdalarla doğaya verdiğim zarar x birimse dünyanın en büyük şirketlerinin verdiği zararlar kaç birimdir?

    "biz zarar veriyoruz," diye ben de çıkıp konuşabilirim, yakın mesafelere yürüyün, toplu taşıma kullanmayın, gerekmedikçe yeni ürünler almayın, mutlaka geri dönüşüm yapın, plastik kullanmayın, vs.
    evet, bireysel olarak bunları yaptığım halde, sırf dünya nüfusu kontrolsüz bir şekilde ürediği ve her geçen gün sayısı arttığı için artan talebi karşılamak ve maliyetleri düşürmek için yeni yöntemler deneyen şirketler/devletler konusunda ne yapacağız?

    bu açıdan our planet'in sunduğu "ben ne yapabilirim" önerileri bireysel açıdan ne yazık ki vicdani rahatlama sunmaktan öteye geçmiyor.

    çıkın yapın bakalım bir çağrı: "petrol şirketlerinin doğaya verdiği zararı azaltmalarını talep etmek için şurada gösteri yapıyoruz, hayvancılık sektörünün zararlarını konuşmak üzere panel düzenliyoruz, süt ürünleri üretimine kota getirmek için imza kampanyası yapıyoruz. kamuoyu oluşturmak için yapacağımız lobi faaliyetlerine bağış topluyoruz," vs.

    yer mi?
    yemez!

    bu konuda başka sözüm yok.

    our planet teknik açıdan ne kadar kusursuz bir işse verdiği mesajlarla da hedefini o denli ıskalayan bir iş gibi duruyor. bu açıdan her 10 dakikada bir "doğayı bu hale getiren biziz..." demesi beni suçlu hisssettirmeye yetiyor, evet, ancak bu çağrıyı yetersiz ve aslına bakarsanız son derece "ağlak" bulduğumu da belirtmek istiyorum.
  • diğer belgesellerden farklı olarak, bu sefer insanlık olarak dünyaya verdiğimiz zararı çok daha fazla gözümüze sokmuşlar. her bölümde defaatle ''şu an bu canlılar sizin yüzünüzden yok olma tehlikesi ile karşı karşıya'' uyarısı yapılıyor. bir yerden sonra ekranda herhangi bir hayvan görünce ''buna ne yaptık acaba lan? yine nereden zılgıt yiyeceğiz.'' diye tedirginlik yaşamaya başladım.

    özellike "açık denizler" bölümünde insanlığın nasıl bir virüs olduğunu çok çarpıcı şekilde yüzümüze vurmuşlar. üstelik bunu verdiğimiz zararlar üzerinden değil, veremediğimiz zararlar üzerinden anlatmışlar.

    derin denizlerdeki ışıldakgiller sürüsüne ilk önce 10.000 (on bin) yunustan oluşan bir sürü saldırıyor. yunusları orkinoslar takip ediyor. en son vatozlar gelip barzo gibi taktiksiz bodoslama dalıyorlar sürüye. böylesine büyük kitleleri doyurdukları halde, ışıldakgillerin sayısı hala artmaya devam ediyormuş. bunun ise tek bir sebebi var: insanlar tarafından avlanmıyor oluşları. düşünün ki, on binlerce avcının saldırısına uğrayan bir tür, üye sayısını sürekli arttırıyor olsun. insanların el attıkları yerleri nasıl kuruttuğunu ise kambur balinalar üzerinden anlıyoruz. zamanında 100.000 (yüz bin) olan sayılarını 1000'e (bin) düşürmeyi başarmışız mesela. kambur balinaların neredeyse soyunu tüketen varlıklar parmak kadar balıklara el atsalar soylarını tüketmeleri en fazla bir hafta sürer.

    doğaya bizim kadar zarar veren başka bir canlı yok.
  • belgeseli izledikçe insanın bok kadar değeri olduğunu anlıyor insan.

    bok da değerli elbette doğada, öyle değerlendirebiliriz ama o kadar işte.

    görüntü kalitesi full hd televizyonda bile çılgın atıyor, renkler vs müthiş. 4k tv de izleyin mümkünse.

    --- spoiler ---

    ilk bölümdeki bebek flamingo, sana çok üzüldüm.
    --- spoiler ---
  • efsane ötesi olmuş kesinlikle. görüntü kalitesi ve çeşitliliği muazzam.

    belgeselden anlaşılacağı üzere bu gezegen üzerinde yaşayan her canlı bilinçli bir şekilde yaşıyor biz hariç. bu şuursuzlukla devam edersek bu gezegenin çok vakti de yok gibi duruyor.

    ormanda derviş gibi dans eden kuşa hasta oldum. sen nasıl bir delikanlıymışsın be.
hesabın var mı? giriş yap