• defalarca izlediğim o sahnelerden…
    görsel
    her şeye rağmen iyi kalanlardan.
  • mükemmel bir dizi

    daha önce beni kendime, etrafımdakilere ve hayatıma dair bu kadar düşündürüp, sanatsal anlamda bu kadar doyuran bir şey izlemedim. inanılmaz çok yönlü bir dizi
  • diziye yeni başladım. ilk sezonunu henüz bitirdim. her gün bir bölüm seyrediyorum. aynı şekilde her gün bir bölüm seyrederek acele etmeden bitirmeyi düşünüyorum. çünkü bu dizi bana iyi geliyor. iyi gelmekten öte, belki biraz garip olacak ama ruhumu dinlendiriyor.

    dinlendiriyor çünkü her şey çok sade ve normal geliyor. normal ne demek bilmiyorum aslında. normalin tanımını kaybedeli uzun süre oldu. o kaybettiğime dair ipuçları barındırıyor gibi hissediyorum. insan ilişkileri, insanlığın yalın hâlleri, acıyla baş etmek, bazen baş edememek, hayatta yenilikler yapmak, değişmek ya da aynı kalmaya çalışmak... bunlar hayata dair durumlar. herkes kendi normaline göre farklı bir cevap üretebilir.

    ama ilk sezonun 12. bölümünde bunlardan daha somut bir şey var. bu dizide beni çekenin ne olduğuna dair verebileceğim cevaplardan biri. "normal, gerçek, sade, olması gerektiği gibi" derken anlatmaya çalıştığımın bir göstergesi.

    nate, annesine ''bağlanmak istediğim bir kadın buluyorum ve o bunu imkansız kılıyor'' diyor. annesi de nate'in yüzüne dahi bakmadan ''sence bu tesadüf mü?'' diye soruyor ve konuşmaya devam ediyorlar. bu arada mutfaktalar ve yemek yapıyorlar. karşılıklı konuşmuyorlar, kendi işlerine bakarken bir yandan da dertleşiyorlar.
    sahneyi şu plandan seyrediyoruz:
    görsel

    nate için mühim bir konuşma bu. içini açıyor, derdini paylaşıyor. ama mühim bir konuşma olmasına rağmen ''dertleşme sahnesi'' yok. kesmelerle bir o tarafın bir diğer tarafın gösterildiği karşılıklı bir konuşma yok. aslında hayat da böyledir. ''bir dertleşelim'' diye yapılan buluşmalar genelde bir sürü alakasız konudan bahsedilerek, bol bol gülerek ve eğlenerek geçilir. mühim konuşmalar ise mutfak tezgahının önünde ayak üstü yapılır ya da balkonda sigara külleri uçuşmasın diye küllüğün içine ıslak peçete yerleştirirken o an konuşmaya karar verilir. ''dertleşmek'' için değil de sinemaya gitmek için buluşunca film saatinin beklendiği esnada çay veya kahve içilirken dökülüverir birden sözcükler. mühim konuşmalar, tıpkı dizideki gibi genelde alakasız yerlerde ve zamanlarda yapılır.

    küçük bir sahneden, tek bir plandan bunca çıkarım yapmak, belki de diziyi sevmeye yer aradığım içindir. olabilir. ama ben yine de ayaküstü yapılan konuşmaların, plansız buluşmaların, hesapta olmayan gelişmelerin hayatın ta kendisi olduğunu düşünüyorum. six feet under'ı da bu yüzden sevdim galiba. görünen o ki daha da seveceğim.
  • "ölüm, yaşamın sonu değil, yaşamın bir parçasıdır."
  • son debe entry'lerinden sonra sevenleri hakkinda bir tespit yapmaya geldigim dizi.

    herkes gibi benim de bu dizinin fanatigi bir arkadasim oldu. onun tavsiyesiyle bu diziyi gec de olsa seyrettim*. cok guzel bir dizi, evet, ama beni fanatigi yapmadi. ben bunu dizinin eksigi olarak degil, benim kendi eksigim olarak goruyorum. cunku bu dizinin fanatigi olan insanlarin hepsi cok incelikli insanlar. benim goremedigim detaylar yakaliyorlar, bu kucuk detaylarda muthis bir duygu yogunlugu yasiyorlar.

    bir de ust uste gelen debe entry'lerinden sonra fark ettim ki, bu dizinin fanatiklerinin hepsi kendine ozgu bir gerekceyle seviyor bu diziyi. bu bana fena halde anna karenina'nin acilis cumlesini hatirlatti:
    "butun mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz aileninse kendine ozgu bir mutsuzlugu vardir"

    ey six feet under fanatigi... sana sesleniyorum... mutlu ol! cunku sen mutlu olmayi cok hak ediyorsun...
  • şeyh uçmaz, müridi uçurur sözünün tezahürü bir dizi.

    iyi bir dizi ama sadece o kadar. konsept itibariyle biraz klişe ve karanlık bir konuyu, yani hepimizin mecburen her gün yaklaştığı ölümü, bolca mizah ve hemen hepsi minör yahut majör sinir problemlerine müptela karakterleriyle işlediği için unutulmaz kategorisinde kendisine yer bulmuş sanırım.

    yoksa dizi genel olarak şu: herkes bir ara birbirini sikiyor (hemcins veya karşı cins tınmayan bayağı karakter var) yahut sikişmeyi hayal ediyor ve en nihayetinde herkes bir şekilde ölüyor. bu kadar. suyunu çıkarırsanız incelemeye değer çok şey bulursunuz eminim, çünkü dizi yaklaşık 60 saat çalıyor hayatınızdan, eh bir şeyler de anlatmayı becerebilsin bir zahmet.

    dizide ilgimi çeken tek şey, bazı güzel ve anlamlı diyaloglar oldu. yukarıda da yazılmış bin defa zaten. zamanında necip fazıl, hastalandığı vakit annesine bir soru sorduğunu anlatır: "anne" demiş merhum, "şimdi ben hastayım ya, hissetiklerimi biliyor musun, anlıyor musun?" annesi de yanında uyuklarken uyanıp "ah yavrum, ben senin annenin, bilmez olur muyum" demiş. en az büyüklüğü kadar sinir bozucu olan küçük necip fazıl da "sen ne bileceksin ki, içimde misin sanki? ben benim, sen de sensin." demiş.

    bunu ilk okuduğumda beni çok düşündürmüştü. aslında diğer herkesle bizzat kendimiz arasında, yakınlığımızdan gayrı olarak asla kapanmayacak sonsuz bir mesafe var. ve bu çok çirkin... çok korkunç bir şey. hatta insan ile bizzat kendi iradesi, nefsi, beyni arasında dahi aşılamaz duvarlar var. kendisinden sakladığı şeyler var. zira insanın en kolay kandırabildiği kişi, yine kendisidir...

    bu dizi de biraz bununla ilgili. fisher ailesi portresi üzerinden, asla kapanamayacak mesafeler ve hayatın sonunu müteakip bu mesafelerin anlamsızlaşması, zira ortada kapatılabilecek bir mesafenin bile kalmayışı, bunun sonucunda yaşanan o korkunç hüzün ve pişmanlıklar, karakterlerin hayatı anlamlandırma ve bir şekilde, doğru olarak yaşayabilme çabası anlatılıyor.

    peki yaşayabiliyorlar mı... hayır. hayat böyle çünkü.
  • yukardaki yazara cevaben..
    lan olm sen daha spoiler ikaz vermeden entry giren bi bunyesin.. senin neyine 6fu gibi incelikler dizisinin elestirisini yapmak..
    ..
    tanim: incelikli dizidir..
  • ilk sezonun sonlarına doğru biraz yavaşladı diye bırakmıştım. sonra yeniden başladım ve şunu fark ettim. bu dizi hayatın kendisi. hayatın olağan akışında işler nasıl ilerliyorsa bu dizi de öyle ilerliyor. biri bir suç mu işledi. hemen o bölümde ortaya çıkmasını bekliyorsunuz ama hayır. hayat gibi birkaç bölüm sonra ortaya çıkıveriyor veya çıkmıyor.
  • bu entry sık sık güncellenecektir

    (bkz: spoiler)

    3. sezonun sonundayım. david babasının hayaletiyle konuşuyor. keithi özlediğinden bahsediyor. sonunda diyalog şuna geliyor: "hayat böyle mi, insanların yerine birini mi bulup duruyoruz?" diye soruyor.

    aslında dizinin özeti bu cümle. dizi günümüzdeki herkesi anlatıyor. aidiyetsizlik, sevildiğinden emin olamama, dışarda her gün karşımıza çıkan karmaşa... ve en sonunda dönüp dolaşıp çekirdek ailemize sığınmamız...

    dizide, hayatta sadece seyirci rolünde bulunan ruth, kimlik karmaşasından kurtulamayan david, ait olamayan ama yalnızlıktan ölesiye korkan nate, ailedeki karmaşanın içinde tamamen duygusal yapıya bürünmüş claire... günümüzdeki her aileyi anlatıyor. harika.

    edit1: 4.sezon 1. bölümde aşırı duygusal bir kapanış oldu. nate'nin lisayı gömdüğü meşhur sahne... nate ve lisa birlikte hiçbir zaman iyi bir ikili olmadılar. nate lisayı sevmedi, lisanın iyi niyetini sevdi. lisa öyle kırılgan bir dal gibiydi ki nate onu incitmemek için ayrılamadı ondan. kendinden vazgeçti. bunu, lisanın cesedini almaya giderken yolda david'e söyledi zaten. "ilişkimizin sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyordum, ama bitiren kişi olmak istemedim." nihayetinde defin sahnesinde o duygu patlamasını gördük. nate, insanlıkla bağ kurmasını sağlayan, son şansı olan karısını kaybetti. attığı çığlıklar hem değer bilmeyen şahsına yönelik öfkeydi, hem "bu da mı gol değil!" çığlığıydı. yazık oldu fedakar lisaya...

    edit2: 4. sezon 2. bölümü izledim. nate, karısını kaybetmiş bir adama cenaze hizmeti sunarken onun sakin kalmasına kafayı taktı, acı çekmesini telkin etti, çünkü kendisi acı çekiyordu. üzülmesini istedi, üzülmeyince adamın sakinliğine sinirlenip işi bıraktı. çünkü cenaze hizmeti sunduğu kişi kaderciydi, ölümün karşısında hiçbir şey yapılamaz mantığındaydı. ölüm kahvaltı yapmak kadar hayatın içinde, doğal bir süreçti onun için. nate ise ölümün beklenmedik şekilde insanın karşısına çıkmasının adaletsizliğini sindirememiş, karısıyla olan keşkelerden kopamamıştı. sonunda babasıyla yaptığı yürüyüşte babasına "şuan lisanın ölmemesi için her şeyi verirdim, ama buradayken özgür olmak istiyordum" dedi. hayat, keşkelerden sonra nateye ağır geldi. eşi yaşadığı sırada natenin üstündeki varoluşsal hafiflik şimdi ağırlığa döndü. bu var olma çabasıdır. bu hissi milan kunderanın "varoluşun dayanılmaz hafifliği" kitabında hissetmiştim en son. ağırlıklar bir arada olmuyor. hayat bir tarafa ağır gelirken diğer taraf hep bulutların üstünde...

    edit3: diziye brendayı koymuşlar ve "sen sadece seviş" demişler gibi. tamamen konudan bağımsız ilerliyor hikayesi, ve sevişmek dışında hiçbir rolü yok. kadın 2 kelime edip öpüşmeye başlıyor sadece.
    claire ise depresif ergen modunda, kimlik bunalımını atlatamamış. sanat ta sanat diye geziyor. ileriki bölümlerde içip içip "bu kadar insan yalnızken bu kadar insan neden yalnız" diye aforizma kasmasını bekliyorum.
    david ile keith ilişkisi inanılmaz toksik. iki koca adam gaylik üstüne götürdüler diziyi. kavga ediyorlar, sonra barışıp öpüşüyorlar.
    george ile ruth ilişkisi de inanılmaz toksik. george her şeyi salmış bir insanken ruth herşeyden kendini sorumlu tutan biri.
    bu dizinin en önem eksiğini buldum. karakter derinliği ve tutarlı gelişim bir tek nate üstünden verilmiş.
  • son 10dk için daha fazla bütçe ayrılabilirmiş.
hesabın var mı? giriş yap